10 Eylül 2015 Perşembe

Ant-Man

Geçenki devasa Jurassic World yazımdan sonra bu yazımı kısa tutucağım. Ant-Man bence güzel bir film. Meğer neymiş, Marvel uğraşınca sempatik bir film yapabiliyormuş. Malum Ant-Man üzerine internette dönen onca tartışmadan sonra, marka bilinirliği yerlerde sürünen bu karakter Marvel için ciddi bir sorundu. Çünkü Marvel evreni için inanılmaz önemli olmasına rağmen, kaç yıldır adı bile geçmemişti zavallının. Marvel hayranı değilseniz, Avengers’ın kurucularından birinin Ant-Man ve karısı Wasp olduğunu ve Ultron’ı yaratanın asıl o olduğunu bilmeyebilirsiniz. Durum böyle olunca artık Ant-Man’ı oyuna sokmanın vakti gelmişti ama sorun ortadaydı. Thor gibi bir tanrı, Hulk gibi bir kas yığını, Kaptan Amerika gibi bir muhafazakar amerikan ajanı, Iron-Man gibi zengin liberal şımarık ama cool dahisi yanında küçülebilen bir karakteri nasıl aralarına sokup saygı duyulmasını sağlayabilirsin, hele de en önemli özelliklerini (Avengers ve Ultron) elinden alırsan? Tabi ki filme özen gösterek, filmin kendisini satmasını beklemektense içini müthiş efektler ve iyi oyuncularla doldurarak.



Orjinal 9gag post'u için burayı tıklayın...

Gerçi film klişe mi, elbette klişe. Yani, her şeyden önce bir Marvel filmi ama filmi klasik Marvel kanonundan ayıran bir çok özellik var. Birincisi, bana göre İngiltiere’nin iki Quentin Tarantino’sundan biri olan Edgar Wright tarafından yazılmış bir senaryo var (Diğeri de Guy Ritchie). Neredeyse o yönetecekmiş ama olmamış, yerine Jim Carry’li Yes-Man’i yöneten Peyton Reed geçmiş. Sonuçta bu iki yönetmenin tarzı karışmış; hayatındaki çıkmazlara dramatik çözümlerle cevap arayan adam (Yes-Man) ve hazırcevap, enerjik, eski arkadaşlarına bağlı, garip bir komedi anlayışı olan karakter grubu (Kornetto üçlemesi)… Bu konsept karışımının başarıyla uygulanmasının baş sorumlusu müthiş karakter oyuncusu Paul Rudd, tabi ki. Clueless’dan Friends’e, ordan Saturday Night Live'daki tayfayla çektiği trilyon filmle bu adamı görmemiş olmanız mümkün değil. Hayran olanlar da biliyorlar, nasıl hunharca komik bir insan olduğunu. Sonuçta bu filmi oturup izlememi sağlayan Paul Rudd’dır. Kısacası olmuş mu , olmuş. 




Bir kere ana karakter oturunca, diğer yan karakterler de cuk diye yerine oturmuş. Çocuksu heyecanı ve düşük çenesiyle Micheal Peña
’nın canlandırdığı Luis, House of Cards’taki performansıyla hayran kaldığım sempatik/antipatik - kırıcı/kırılgan dengesini müthiş kurabilen Corey Stroll’un canladırdığı Darren Cross ve Marvel evreninde derin, dramatik kadın karakter mi olurmuş, olursa da aksiyona insan gibi dahil olurmuymuş diyerek beni şaşırtan Evangeline Lilly’nin canlandırdığı Hope van Dyne… İlk Ant-Man Hank Pym’ı canlandıran Micheal Douglas’tan üvey-baba/polis Bobby Cannavalle’ye, ordan da Jurassic World’da da anne rolüyle karşımıza çıkan ve eski rolleri nerede diye Judy Greer’a da değinmeden olmaz. Sonuçta film tam bir yarı-yıldızlar geçidi. Benim gibi her aktörü/aktirisi imdb’den sapıklamıyorsanız adını değil ama mizaçını bileceğiniz karakterler dizisi. Zekice. Çünkü hepsi tanıdık imajı verse de herhangi bir eski rolünden dolayı dikkatiniz dağılmıyor. Hepsi de iyi oyuncular olduklarından; grup olarak, ikili , tek ve her türlü etkileşim kombinasyonu başarılı bir şekilde yürütülmüş oluyor, çok da iyi oluyor. 

Filmin diğer yan karakteri olan özel efektlerden de bahsetmek lazım, çünkü film bir aksiyon filmi parodisi - ki Edgar Wright’ın uzmanlık alanı - olmadığı zamanlarda film tam bir görsel şölen. Diğer birçok filmin tersine, bu görsellik CGI olmadan yapılması imkansızdı. Marvel’ın diğer filmlerine nazaran, “gerçek” dünyaya grafiksel özellikler eklemekten çok bir alt-dünya yaratmışlar. Ve bu efektler insanı gerçekten başka bir dünyaya yollamışlar, kelimenin tam anlamıyla mikro dünyaya. Bu gibi anlarda efektlerin niye icat edildiğini hatırlıyor insan. Tiyatronun yapamadığı ve resmin de haraketli yapamadığı bu özelliğe, o dünyaya gerçekten gitmiş olma duygusundan bahsediyorum. Çünkü filmin klasik öğeleri dışında, karınca dünyasına girip mikrokozmozu gördüğünüzde yaşanan duygu filmin en etkileyici ve ayırıcı özelliği. Karıncaların farklı şekilde çalışmaları ve beraber bir ordu kurmaları da ayrıca doğanın gücü şeklinde oldukça etkileyici. Bu durum bana yine doğanın desteğini almış kahramının teknolojini desteğini almış kötüye karşı gelmesi olarak okunabilir. Eğer film tarihine hatta dünyadaki birçok mitolojiye bakılınca, bu temanın ne kadar zamansız olduğunu anlaşılıyor; Doğa ve ya tanrının desteğini almış insana karşı, insan yapımı olanın desteğini alan kişi. Bu efektler sonuçta iki etki yaratmak için kullanılmış; görsel bir şölenle bizi var olmayan dünyaya götürdüp orayı “görünür” kılması ve bir mitolojiyi teknolojiyle “inanılır” kılması.

Sonuçta Marvel’in Avengers serisi ve Winter Solider dışındaki filmlerinde sıkıntıdan ayılan bayılan ben, bu filmde gerçekten eğlendim. Sonuçta bu filmin iki amacı var; komediyle sulandırılmış karakter dramı anlatmak ve görsel efektlerle gözlerinizi faltaşı gibi açılmasını sağlamak. İkisini de başarıyor film. Yani filmin sonlarına doğru olan o saykodelik görsel şöleni unutabilmek mümkün değil. Onun arkasında, yani sulandırılmış karakter dramının arkasında daha derin bir anlam aramak istiyorsanız, daha etkili bir sürü film var. Ama filmdeki karakterlere empati kurdururken görsel efekti eğlenceli kullanan bir film ve işinden iyi bu açıdan. 




Böyle düşünmemin en büyük nedeni, bu filmin Marvel’ın ilk gerçek aksiyon-komedisi olması. Eski filmlere bakınca; Thor ve Kaptan Amerika kendini aşırı ciddiye alan filmler, Iron-Man desen tipik bir anti-kahraman yani iğneliyici temelde. Bir tek Guardians of the Galaxy akla geliyor, ama o da daha çok grup komedisi denilen birbirine uyumsuz tipleri bir araya atıp güldüren bir film. Ant-Man ise rolünü böyle buluyor işte, Bruce Banner’ın Tony Stark’lı zeki adamlar grubunun en komik karakteri ve en safı aslında. Tony Stark’la benzeşiyorlar aslında, ama filme gidince onun daha normal ve daha az dramatik versiyonu olduğu belli oluyor. Yani sorunları da mutlulukları da suçları da görece daha düşük Iron-Man’a göre. Gelecek Kaptan Amerika : İç Savaş ( Türkiye’nin durumu düşünülürse, böyle çevirilieceğini hiç düşünmesem de) filminde film dünyasındaki diğer karakterlere etkileşecek olan Ant-Man, orada film evrenindeki yerini açığa çıkartıcak.

Sonuçta bazı insanlar sinema evrenine daha fazla karakter eklenmiş olmasından bunalmış olabilir ama bence güzel bir ek oldu ve iyi bir filmdi, daha fazlası değil...


IMDB ve Rotten Tomatoes sayfaları için tıkayınız...

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Jurassic World

Son dönemki devam filmi, aynı evren dünyası yapısına biraz gıcık olmaya başlasam da delicesine hayran olduğum bir filmin devam filmi geliyor deyince insan kızamıyor. Çünkü dürüst olmam lazım, iş özel efektlere gelince 10 yaşındaki çocuklara dönüyorum. Bildiğin bilgisayar oyunu gibi olmadığı sürece (bknz. Desolation of Smaug), yani iyi yedirilmişse (bknz.Avenger) tüm Hollywood klişelerine hop diye kanıyorum (Ki bu ikisi bambaşka bir yazının konusu olabilir). Bu yüzden de Jurassic World çekiliyor deyince baya sevindim, ne yalan söyleyeyim.

Ama filmi incelemeden önce Jurasic Park`in bendeki yerini yazmak istiyorum, çünkü bence bu filme giden herkes aklında Jurassic Park’la gitti. Abim inanılmaz bir Jurassic Park hayranıydı. Ben de yanında oturup izlerdim. Yarım yamalak yani, her filmin 45 dakikasını biliyorum desem yeridir. Ne zaman ailecek Universal Studios’a gitsek, abim Jurassic Park kısmında kendinden geçerken ben boş boş bakardım. Yani severdim ama neden etkileyici olduğunu tam anlayamazdım ancak etkilenirdim yine de. Sonra sinema öğrencisi olmaya karar verdiğimde 3D versiyonunu izledim ve daha beşinci dakikada hayranı oldum. Klişeler klişe olmadan önce ve düzgün olarak kullanıldığı bir film olması, müthiş düzenli yapısı, bağ kurulabilir karakterleri ve halen etkileyici olan görsel efektleri derken bir anda fan-boya dönüştüm. Bir daha Universal Studios’a gittiğimizde Jurassic Park kısmında oturunca bu sefer tüylerim diken diken olmuştu. Elbette, Jurassic Park`ın hazin sonu göz önüne alındığında ondan esinlenen kar amaçlı bir eğlence parkı yapma fikri (dinozorsuz da olsa) yüksek doz ironi içeriyor. Entelektüel bir mastürbasyon da diyebiliriz. Dinozor resimleriyle kaplı ünlü yemekhanenin kopyasında hamburgerleri yerken içimden kıkırdadığım da yalan değil, hem o dünyanın bir parçası gibi hissettiğim için ama aynı zamanda içinde bulunmanın ölümcül olduğu bir eğlence parkı üstüne bir eğlence parkı yapmayı inanılmaz komik bulduğum için…

Filme bu düşüncelerle gittim ve Spielberg yine yapısı belli olan ama içine düşeceğimiz bir film yapar diye düşündüm. Çok yanılmışım. Bambaşka bir şey çıktı. Gerçekten. Hayatımda bu kadar ne olduğu belirsiz bir film görmedim. Her ne kadar derinine bakınca, farklı okumalarla oldukça ilginç bir film hale gelse de, bu filmin hatası kötü olmak değil, kararsız olmak. Hikâyesi, efektleri, karakter gelişimi, aksiyon sahneleri, nostaljisi... Hepsi arada kalmış hepsi dengesiz. Her şey olayım derken hiç bir şey olamamış, daha doğrusu herkesi tatmin etmeye çalışırken sadece bir kaç tür grup insana hitap edebilmiş. Bu filmin dünyadaki en yüksek gişe açılışını yapması bu durumu değiştirmez. Bu yüzden Spielberg filmlerinin tutan yapısının niye burada çatladığını anlamak için Spielberg`in ve Jurassic Park’ın birkaç özelliğinden yüzeysel olarak bahsetmem gerek.

Öncelikle Spielberg’in sevdiği yapı neredeyse birbirinden tamamıyla başka seviyelerde işleyen karakter ve olay dünyaları olarak tanımlanabilir. Bu sayede çift katmanlı hikaye ya da iki paralel hikaye kolaylıklı anlatılırken; filmleri olay filmi, karakter filmi gibi yüzeysel bir ayrım yapmadan iki grubun seyircisine de hitap edebiliyor. Bun örnek olarak Jaws’ın adam vs kasaba ve adam vs köpekbalığı ya da Jurassic Park’ın adam vs park sahibi ve adam vs dinozor şeklinde özetlenebilmesi örnek gösterilebilir. Yani sadece vahşi yaratıkla değil, kabullenilmeyen otoriteyle de savaşılır. Ancak bu karakter ve olay çifti anlatım taktiğinin işlemesinin en büyük sebebi birbirlerine bağlı olmaları, bir tarz sinerji yaratmalarıdır. Aynı zamanda belli bir mekân içindeki insanlar ve onların kolektif hataları başkalaştırılır ve o mekâna zarar veren bir canavara dönüşürler. Jaws`ın doymayan köpekbalığının turistin canından çok işini düşünen belediye başkanı ve yöre halkından, T-Rex`in de doğayı ehlîleştirilmiş sanan aslında tontiş mi tontiş park sahibi ve ona bu yolda destek olan yani bilimselliğin kontrol altında ve her şeyin çözümü olarak kullanacağını savunan ama bununla toplu katliam silahlarını gelişimine neden olan bilim adamı ekibinden farkı yoktur. Kısacası kelimenin tam anlamıyla dönüşüm yaşayan kişileştirilmiş yaratıklaştırma yerine (kurt adam, vampir gibi), bir kişinin başını çekerek bir grup insanın oluşturduğu bir sorunu yani toplumsal yaratıklaştırma ve Öteki’yi görüyoruz. Yanlış düşünen, hem sempatik hem antipatik yanları olan karakterlerin kötü taraflarının durdurulmadığı vakit bu kadar korkunç felaketlere yol açması da bunun göstergesi… Karakterler arasındaki çatışmadan devam etmek gerekirse Jurassic Park’ta ayni zamanda hata yapan / hatayı engelleyen/ hatadan kar sağlayan kişi ve çocuklar dörtlüsünün birbirine güzel bağlanması ve dördünün de hatalarından ders çıkarması ve değişmesi(obur olan nefret objesi Dennis`in öldürülmesini de bir tür arınma olarak kabul edebiliriz, hatasının bedelini yaşamıyla ödedi gibi) tüm o şaşaa içinde filme ciddi bir yapı ve incelenebilir bir derinlik getirmişti. Son olarak Jurassic Park`ın her zaman iğneleyici bir yapısı vardı. Doğanın kontrol edilebildiğini sanmanın ya da klasik bir tanımla insanın kibri denen bu durumun Amerikalıların güvenli kabul ettiği eğlence parkında gelişmesi ve bir doğa ürünün kâra dönüştürülme çabasının doğanın galibiyetiyle son bulması haddini bilme(me)yle ilgili çok güzel yedirilmiş bir eleştiridir, oldukça tartışmalı, karmaşık ve derin de üstelik. Bu efektlerin yeri azımsanamaz. Kısaca bence Jurassic Park’ı Jurassic Park yapan bunlar.

Simdi Jurrasic World yazısında birinci Jurrasic Park filmini bu kadar konuşma nedenim, bu yapıyı çıkarınca içinin boş kovan gibi kalması ve Jurassic World’un bu yapıyı yeniden üretmeye çalışırken feci derece bozması. Bunun en dramatik çöküşü karakter gelişiminde ve temel önermenin bir köşeye atılmasında görülüyor. Modern çok karakterli karmaşık filmlere özenen film, aynı zamanda kendi klasik yapısını tekrar etmeye kalkışmış, ama olmamış.

Karakter gelişimi olarak ele alınca, çok basitçe kimse adam gibi gelişmiyor, özellikle yan karakterler ölürüm de gelişmem demiş resmen. Çünkü birinci filmde Dennis’in başına gelerek başlatılan kötü adamı öldür ama kötülük devam etsin mantığı, burada ikinci film için adam bırakacak şekilde bulabildiğini öldür şeklinde ilerliyor. Biraz daha net olmak gerekirse, park sahibi ölüyor, sonradan hayvana alet muamelesi yapan insan ölüyor, bunu üstüne aradaki “basit” ya da diğer adıyla “toplu” ölümler sizi etkilemediyse, filmin gereksiz ve beceriksiz karakteri olan asistan dakikalarca bilumum dinozorlar tarafından parçalanarak öldürülüyor. Ama şimdilik karakter çözümü şiddetle sonuçlanan karakterleri bir kenara bırakalım. Diğer yan karakterler olan ana kadın karakterin kardeşi ve ailesi grubu da hiçbir gelişim ve ya ilerleme göstermiyor. Kardeş olarak yakınlaştıklarını görüp sevinmemiz gerekiyordu belki, ama zaten kardeşlik bağlarında çok bir sorun olduğunu düşünmüyorum, en azından boşanma, çapkınlık gibi diğer konulara değinilip sanki bu konulardan hiç bahsedilmemiş gibi davranılması gerçekten üzücü. O çocukların birer MacGuffin (kısaca hikayenin ilerlemesi için olan ve film ilerledikçe önemsizleşien olaylar, örnek olarak o çocuklar sırf iki ana karakter maceraya atılsın diye kayboldu) gibi işlediğini söyleyip, asıl karakterlerimize gelelim. Doğayla bağlarını koparmamış, her türlü Amerikan klişesi özgürlük alet edevatına sahip olan (Karavan ve motor) ana erkek karakterimiz, gerçekten bir gelişim gösteriyor mu? Yani daha cesur, daha korkusuz, daha herhangi bir şey olmuyor, daha çok bugüne kadar “saklı” olan yeteneklerini kullanıyor sanki. Apatik bir şekilde, herhangi bir içsel zorlanma belirtisi olmadan yoluna devam ediyor. Sevmeyi öğreniyor da denilemez, çünkü ilişki daha çok kadın hazır olmadığı için yürümemiş izlenimi veriliyor. Yani, aslında tek değişen karakter kadın karakterimiz. Kozmetik sorunları bir kenara koyarsak, bence kadın karakterin hikâyesinde göze batan şeyler çok şey bulunmuyor, daha doğrusu kadın karakteri eleştirmeden önce kesinlikle daha yüzeysel arkadaşlarını (yan karakterleri) düşünmek gerek. Ancak şimdi buraya Filiz’in kadın karakter üstüne yazdığı küçük bir eleştiriyi sokmak gerekiyor.

Yazımızın bu kısmında Tuna’nın sözünü bal ile kesiyor, Jurrassic’in önceki filmlerini hiç izlememiş, son filmini ise henüz izlemiş bir seyirci olarak devreye giriyor ve birkaç izlemimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Öncellikle asıl bahsetmek istediğim konuya geçmeden filmin geneli ile ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Fakat serinin çok büyük fanları olduğunu göz önünde bulundurarak sadece son filmi izlemiş bir seyirci izlemini okuduğunuzu size tekrar hatırlatmak isterim. Filmin geneline baktığımda benim için maalesef ki hoş bir iki saat geçirmekten öteye gidemeyecek kadar yüzeysel kalıyor. Kurulan Jurassic dünyası göz kamaştırıcı olsa da bu göz kamaştırma işi filmin tümüne yayıldığında artık hem inandırıcılığını kaybediyor hem de bazı aksiyon sahnelerinin komik gözükmesine neden oluyor. Aslında film seyirciye büyük bir macera ve kaotiklik vaat ederken, kendi yarattığı bu mükemmellik ile kendi kendini baltalamış diyebilirim.

Bu durumu biraz daha özelleştirmek gerekirse, asıl bahsetmek istediğim konuya da giriş yaparak filmin başrollerini ele alabiliriz. Aslında filmdeki tüm karakterlerin de en az film kadar yüzeysel kaldığını söylemek yanlış olmaz. Film boyunca sayısız olay ve karmaşa yaşanırken değişim gösteren tek karakterin Claire (Bryce Dallas Howard) olması, fakat onun da filmin yarattığı göz kamaştırmaya yenik düşüyor olması beni asıl rahatsız eden durum oldu. Peki, nasıl oluyor bu?

Claire filmin başlarında iş kolik, ziyarete gelen yeğenlerine karşı ilgisiz, hoşlandığı adam tarafından bu özellikleri yüzünden istenmeyen bir karakterken, olayların ilerlemesi ile birlikte işteki becerilerini hayat pratiğine dönüştürebilen, ailesinin önemini kavrayabilen ve hoşlandığı adamdan karşılık alabilen biri haline geliyor, ve bu şekilde dönüşmüş bir karakter olarak da filme noktayı koyuyor. Fakat Claire’ı üzerinden yaratılan kadın imajı bu değişimin geri planda kalmasına neden oluyor ve dış görünümüne fazla önem verilmiş olması da karakterin inandırıcılığını aynı oranda zedeliyor bana göre. Yani, filmin bir noktasında hem de beklenen aksiyonun tavan yapmış olduğu sahnelerde; ama ormanda topuklu ayakkabıyla nasıl koşuyor, o kadar atladı zıpladı o fön hiç mi bozulmaz… gibi düşünceler kafamda oluşmaya başladıktan sonra ne karakter, karakter ne de Jurrassic World benim için Jurrassic World oluyor. Bu arada bu durum bir noktada fark edilmiş olsa gerek ki o fön bir noktada bozuluyor evet, fakat dalgalı fön olarak.  

Zaten güzel olan bir kadını çirkinleştirmemek adına gösterilmiş fazla çaba ile filmin kurduğu dünya giderek yapaylaşıyor. Belki filmin inandırıcı olmak gibi bir amacı yoktur diye olaya baktığımda ise bunu bir noktada anlıyor olsam da bu seferde filmlerde yaratılan kadın- erkek imajlarla ilgili bir yargıya kapılıyorum. Örneğin kadın karakterler hep güzel, erkek karakterler hep yakışıklı olmak zorunda mıdır? Göze hitap etmeyen kadın karakter inandırıcı olamaz mı? Mükemmeliyetçilik ya da insan bedeni üzerinden yaratılan estetik kaygılar bir filmin olmazsa olmazları mıdır? Tabii bu noktada cinsel rollerin günlük hayatımızdaki etkenlerini de göz ardı edemeyiz.

Beyaz atlı prens ve uzun sarı saçlı prenses devrinden günümüze kadar gelen bu algı maalesef ki bir dinozor ile savaşıyor olsanız da değişmiyor. Ama ben size söyleyeyim topuklu ayakkabı ile ormanda koşulmaz, bir de o fön rüzgâr esse bozulur.

Filizin ve benim yaptığımız bu karakter eleştirilerinden sonra, filmin kendi yapısına sinsice ama kaliteli olarak dokuduğu bir alt mesaja, canavarlaştırılmış eski teknoloji ile modern teknolojinin birbiriyle çatışması konusuna değinmem lazım. Filmin kendi geçmişiyle asıl olarak bağ kuruduğu bölüm bu. Temel aldığım birinci Jurassic Park filminde T-Rex’in döneme göre değişen teknolojinin bir tasviri olduğunu yazmıştım. Ama bu filmde ilk filmde yaratılmış T-Rex kolayca kontrol altına alınabilen, sistemin içine kendini yedirmiş, kısacası yeni World’e göre gayet “doğal” olan bir varlık. Yeni tehdidimiz ise “doğal olmayan” daha doğrusu doğada hiçbir zaman bulunmamış bir tür yaratılınca ve bu türün “patent hakları” şirketler tarafından korununca ortaya çıkıyor. İşte burada Steven Spielberg’in yaşlandığını anlıyoruz, çünkü gençliğinde savaştığı “teknolojik gelişim bizim sonumuzu getirir ve kontrol edemeyiz” savı, şimdi “bu eskisi sorun değil alıştık mübarek ama asıl bu yenisi çok fena”ya dönüşmüş oluyor. Yani T-Rex iyi, Indominus-Rex kötü ya da hadi T-Rex’e alıştık da Indominus Rex nedir, bari genetiğiyle oynamayın şeklinde. Bu benzerlikleri ilerletirsek T-Rex bir doğa harikası, Indominus-Rex doğaüstü bir hilkat garibesi. T-Rex bu dönem var olmaması gereken ve antik vahşi doğanın kendisini temsil eden bir varlıkken Indominus-Rex ise hiçbir zaman var olmamış olması gereken, doğaya uyum sağlayamayan bir seri katil. Bu ince çizgi iki filmi hikayesel olduğu kadar iki filmin çağlarını da birbirine bağlayan, yıllardır devam eden bir tartışma izlenimini veren güzel bir ayrıntı.  “Eski” teknolojiyle “modern” teknolojinin temelde ikisi de doğal olmasa da yine de modern teknoloji kesinlikle doğaya fazla gelen, doğanın kaldıramayacağı ve doğa tarafından ortadan kaldırılması gereken bir öğe olmuş durumda. Eski teknolojinin yarattığı şey ne olursa olsun, en azıdan “doğaldı”. Ama yeni teknolojik gelişim, doğal seçilimden geçmemiş, bir zehir gibi doğaya salınmış durumda. Finalde tüm dinozorların ona karşı gelmesi ve sonunda öldürülmesi bu anlama geliyor. Oysaki ilk filmde T-Rex yaşamaya devam etmişti. Çünkü doğaya eski bir tehdidi yeniden salarsan, doğa onu benimser ama insan tarafından tanrıcılık oynanarak yaratılan şeyler doğal değildirler ve ölmeye mahkûmdurlar. Her ne kadar ilk T-Rex’e doğal demek biraz çelişkili olsa da, bu oldukça çarpıcı bir sav.

Bu tartışmayı başka bir boyuta taşımak gerekirse, Steven Spielberg’ın eski filmlerindeki dinozorlar “gerçekken”, yenileri dijital. Eski dinozorlar kamera tarafından kayıt alına alınan, gerçekçi görünen maketlerken yeni dinozorlarımız tamamıyla teknoloji yapımı, tamamıyla bilgisayar ürünü olmuş durumdalar. Aynı benzerlik materyal filmden dijital filme geçiş içinde geçerli. Yani Spielberg’in eskiden yaptığı eleştiri çok genişti, ama bu sefer eleştirdiği teknolojik değişimler kendi sahasını, filmi de vurdu. Yapay dinozorun vahşice öldürülmesi Spielberg’in bu sektörde olagelen değişimlere tepki olarak verdiği sadistik bir ceza olarak da okunabilir.

İroni ve filmin kendi kavramını yok etmesi ise nasıl okuyacağımı bilemediğim bir sorun. Birinci filmin ruhunun (hafifçe) korunduğu bu ikinci alan olan self-reflexive/çelişkili/ironik yapı yine tam yedirilemediği için istenilen etkiyi yaratamamış. Basitçe, filmin dalga geçtiği şeyleri bizzat barındırarak dalga geçiyorum derken aslında reklamını yapıyor. Araba markasının ya da içecek markalarının ve elbette film şirketinin eğlence parkının reklamını yaparak film içi reklamın ucuzlaması (kitschleşmesi daha doğrusu) eleştirilmiyor, tam tersine filme olan bağını koparıyor ve ironik bir biçimde o şirketlerin reklamını yapmış oluyorsun, can sıkıyor yani. Şirketleşmeye olan eleştiriyi nasıl abartalım diye düşünülmüş, güzel düşünce ama kötü uygulama. Gerçi filmde rol çalan ve New Girl’deki Nick rolüyle ünlenen Jake Johnson’ın dinozor ismiyle yaptığı monologumsu konuşma komik olsa da, bu birkaç an dışında filmde gözle görülür bir etki yaratılmamış.

Tabi reklam ikilemi dışında çocukların ellerinde FastPass olduğu için ayrıcalıklı olması ama diğer “normal” insanlara göre ölme şanslarının azalmaması, hatta özel bileklikleri ve “kıyakları” olduğu için tehlikeye atılmış olmaları da şirket eleştirisinin bir parçası. Bu eleştiri bana Cem Yılmaz’ın esprisini hatırlatıyor. Kısaca “sanki Business Class ölmeyecek, aynı uçaktayız” diye özetlenecek olan bu espriyle aynı kafada eleştiri. Bu insanın doğaya olan kibiri dışında başka tarz bir kibirin eleştirini, doğaya değil sisteme de karşı gelebilmeyi kendilerine sorun görmeyen iki çocuğun kibirine. Parayla doğanın üstüne çıkabileceğini düşünmenin, biz kıyağız bizi korurlar diye düşünmenin kibiri bu. Ayrıca şirketin olayı kontrol altına alabileceğini sanması ve insanları uyarmayı kendine bir sorumluluk edinmemesi de dikkate değer bir kibir ve insan hayatının başka değerlerin altına koyulduğunun hüzünlü bir eleştirisi. Sonuçta parayla güvenlik satın aldığını sanabilirsin ama o sistem aslında seni umursamıyor, aynı parktasınız.

Son olarak filmin eleştirirken kelimenin tam anlamıyla vahşice uyguladığı “şiddetle seyirci çekme” taktiği ayrıca trajikomik bir durumdur. Küçücük çocukların T-Rex’in canlı canlı keçi yemesini izlemekten Seaworld tarzı su gösterisinden bir su dinozoruna köpekbalığı yedirilmesi, film ve eğlence sektörünün çalışma stiline karşı vahşi bir eleştiri. Çocuklara bakan asistanın neredeyse estetik bir vahşetle dakikalarca kemirilmesi, “eleştir ama uygula” çifte standartının da en belirgin örneği. Benzer damarda başka bir eleştiri de, Indominus Rex’in kırma olmasının nedeni olarak seyircilerin “normal” dinozorlardan sıkılmış olması, yeni ve daha vahşi bir versiyonunu istemeleri.  Aynı yorumu filmin kendisi için de söyleyebiliriz çünkü, mekatronik bir T-Rex’ten sıkıldığımız için öldürmekte daha usta ve kaotik bir dijital dinozoru heyecanla izliyoruz. Film diyor zaten; seyirci yeniyi, vahşiyi, farklıyı istiyor diye ve bunun için her şey yapılmaya hazır durumda. Sırf film (park) için yeni bir dinozor yaratılmış durumda. Sonuç olarak bu filmin rekorlar kırması, uygularken eleştirdiği yapının ne kadar etkili olduğunu ve uygulayınca da ne kadar kazanç getirdiğinin göstermiyor mu? 


Toparlamak gerekirse efektlerinde etkilensem ve görsel olarak belli bir heyecan vermiş olsa da, bence çok güzel bir şans boşa gitmiş, daha doğrusu çok daha iyi olabilirmiş. Çünkü bu kararsızlıklar, senaryo üstüne biraz düşününce halledilebilecek problemlerken bu çok amatörce hatalar filmin tüm etkinliğini sekteye uğratmış. Kısacası tarihe Avatar gibi geçecek bir film olmuş, hikâyesiyle değil efektiyle yani. Efekte karşı değilim, ama özellikle birinci filmin ve Spielberg’in diğer filmlerinin gizli derinliği ve anlamlı eleştirisi yerini ucuzlaştırılmış, gözümüze sokulan bir eleştiriye ve olmayan derinliğe bırakmış. Darısı ikinci Jurassic World’un başına… 

30 Mayıs 2015 Cumartesi

İlk Yayınımız...

Hello World

İnternetin kelebekleri olan bloglar, bir günlük hevesle açılır ve aynı hevesle kapatılır. Yaşam döngüleri kısa da olsa, Andy Warhol’un herkes 15 dakikalığına meşhur olacak lafından tutup, herkesin 3 tık ötede olmasının demokratik yapısı üzerinden düşünüldüğünde küçük yaşamları çok anlamlı aslında. Böyle bir hevesle kurmuştum bu bloğu; çok farklı koşullar altında, bugünkünden çok farklı bir benlikle.

Ancak garip bir şey oldu; bloğum tekrar canlandı. Kendi üç günlük kaderine meydan okumak isteyen bloğum, artık  yepyeni bir ben ve yepyeni konular konuşmak üzere bir daha yayına giriyor. Ama değişmeyen bir şey var:  derin sanat sevgim. Ama sanatı sadece sevmiyorum, aynı zamanda sanata saygı da duyuyorum; bu yüzden toplumsal ve politik konuların sanatla ve sanatı değiştirebileceğine inanıyoruz. Gezi Parkı’nın ikinci yıl dönümüyle bloğun yeni açılışını kutlamanın anlamı da bu olsa gerek; mezi Direnişi’nden sonra sanatı, toplumu, politikayı, Öteki’yi anlayışımız değişmedi mi? Böyle bir konudan bahsetmemek sadece Gezi Parkı’na değil, sanata ve toplumsal ifadeye de bir hakarettir. Sanat bloğu olmamız bunu değiştirmez, değiştiremez.

Gezi Parkı'nı anan bu kısa girişimle beraber bloğum Notable Arts’a hoş geldiniz. Hayattaki güzel şeylerin kelebeklerden daha uzun ömürlü olması dileğiyle…